Ernest Hemingway’in Türkiye haberleri: Atatürk’ü bile ‘şeriatçı’ gibi sundu | KURUMSALHABER.COM.TR
Journo Proje Editörü Emre Kızılkaya, gazeteci ve yazar Ernest Hemingway’in Türkiye’yi konu alan haberlerine yönelik bir yazı kaleme aldı …
Journo Proje Editörü Emre Kızılkaya, gazeteci ve yazar Ernest Hemingway’in Türkiye’yi konu alan haberlerine yönelik bir yazı kaleme aldı.
Hemingway’in Türkiye haberlerini ayrıntılarıyla birlikte anlatan Kızılkaya, “Bugün ABD’deki iletişim akademisyenlerinin birçoğu, Hemingway’in Türkiye haberlerini, gazetecilik tarihinin mücevherleri arasında sayıyor. Bense tersini savunacağım: Hemingway muhteşem bir kurgu yazarı olsa da Türkiye’de yaptığı gazetecilik vasattı” ifadelerini kullandı.
Haberlerinde tek bir kaynak kullandığını ve teyit etmediğini belirten Kızılkaya, “Hemingway’in gazetecilik noksanlarını ve hatalarını görmemizi engelleyen o edebi ışıltı, Türkiye’den geçtiği “röportaj” (feature) tarzı haberlerde daha belirgin. Zaten Daily Star gazetesinin idari editörü John Bone, Hemingway’i İstanbul’a gönderirken ondan “düz haber” değil, böyle “renkli” röportajlar istemişti” dedi.
Kızılkaya, Hemingway’in Atatürk’ü ‘şeriatçı’ olarak yansıtmasını ise şöyle anlattı:
“Hemingway haberinde, Mustafa Kemal’in bile neredeyse bir “şeriatçı” ve “ikiyüzlü” politikalar uygulayan bir lider gibi sunulmasına kadar varıyor. Bu iddialı ama absürt cümleler, Batı kamuoyunda, modern ve laik bir cumhuriyetin ilanına doğru ilerleyen Türkiye’ye dair gerçeklikten kopuk beklentiler yaratmış olabilir:
Süveyş’in doğusunda bir yerde susuzluk çeken bir kimse, Kemal şehre girdiği takdirde susuzluğunu İstanbul’da gideremeyecektir. Anadolu hükûmetinin bir üyesi bana, İstanbul’un, alkol ithalatına, üretimine ve satışına izin verilmeyen Anadolu kadar kuru olacağını söyledi. Ayrıca Kemal, iskambil ve tavla oynanmasını da yasaklamış ve Bursa’daki kahvehaneler saat sekizde karanlığa gömülüyormuş. Şeriata olan bu bağlılık, Amerikan tütününü korumak için İzmir’e giden bir Amerikalı’nın, sahip olduğu sekiz şişe konyak sayesinde, Küçük Asya’daki Kemalist karargâhta en çok rağbet gören kişi olmasından anlaşıldığı gibi, Kemal’i ve kadrosunu içki içmekten alıkoymuyormuş”
Kızılkaya’nın yazısı şöyle:
Dünya edebiyatının devlerinden Ernest Hemingway, tam 100 yıl önce bugünlerde Türkiye’de haber peşindeydi. Henüz 23 yaşında olan Amerikalı savaş muhabirinin Kanada gazetesi Daily Star’a İstanbul ve Edirne’den gönderdiği haberler, Kurtuluş Savaşı’nı kazanan Türk ordusunun İngiliz işgali altındaki Osmanlı başkentine yürüyüşünü ve Trakya’daki Rum mülteci akını gibi meseleleri konu alıyordu.
Bugün ABD’deki iletişim akademisyenlerinin birçoğu, Hemingway’in Türkiye haberlerini, gazetecilik tarihinin mücevherleri arasında sayıyor. Bense tersini savunacağım: Hemingway muhteşem bir kurgu yazarı olsa da Türkiye’de yaptığı gazetecilik vasattı. Röportajlarına taşıdığı önyargıların “ırkçılık” olup olmadığına, Hemingway’in Türkiye haberlerini inceleyerek beraber karar verelim.
Toronto Daily Star gazetesinde Ernest Hemingway imzasıyla 9 Ekim 1922’de yayımlanan “Türkler İstanbul yakınlarında” başlıklı haber, Büyük Taarruz ile Yunan ordusunu bozguna uğratan Anadolu’daki Türk ordusunun, İngiliz işgali altındaki Osmanlı başkentine yönelişini konu alıyordu. İngilizce haberin çevirisi şöyle:
Kemalist güçler, Boğaz’ın Asya tarafında, İstanbul’a yürüyerek bir günlük mesafede konuşlanırken İtilaf Devletleri’ni temsil eden bir general, Yakın Doğu sorununu çözme yönünde yeni bir çabanın eseri olarak Mudanya’da İsmet Paşa ile buluştu.
Türk süvarileri, Marmara Denizi’nin sağ tarafında, Boğaz yakınlarındaki tarafsız bölgenin içinde yer alan Şile ve Yarmis’e ulaşmış durumda. Yarmis, İstanbul’dan bir günlük yürüyüş mesafesinde. Süvariler aynı bölgedeki Karayakup’a da yaklaşıyor.
Gece alınan haberlere göre Türk ordusunun düzensiz unsurları dün akşamüstü Boğaz’ın Asya tarafındaki tepelerde yer alan Beykoz yakınlarına geldi. Beykoz, İstanbul’un bir banliyösüdür. İngiliz ordusu Beykoz çevresinde tahkimat yapıyor.
Türk ordusuna sık sık öncü birlik olarak eşlik eden düzensiz unsurlarla gerillalar ve haydutlardan oluşan küçük gruplar, İstanbul’un doğusundaki küçük köyler olan Taşköprü, Tavşancıl, Ömerli, Afga ve Armutlu‘da görüldü. Bu yerleşimlerin hepsi, İstanbul’un Asya yakasındaki banliyö sınırları içinde yer alıyor.
İngilizler dün bölgedeki köprü ve kavşakları havaya uçurarak savunma için son hazırlıkları tamamladı.
Bir İngiliz muhribi Karadeniz kıyısındaki Şile’de pazar günü demir attı. Komutanı kıyıya çıkıp orada Ulusalcılar’ın [Ankara hükûmeti] temsilcisiyle buluştu ve ondan kuvvetlerini geri çekmesini talep etti.
Türk ise bu kuvvetlerin bulundukları yerde kalmaları yönünde bir emir aldığını söyledi. İngiliz komutan bu durumda kendisinin de yerinde kalacağını duyurup demir atan gemisini kıyı yakınlarında tuttu.
Bütün bir Türk tümeninin tarafsız bölgeye girdiği ve [İstanbul’daki İngiliz işgal güçlerinin başkomutanı] General Harington’ın İsmet Paşa’ya, Kemalistler geri çekilmezse Türk sahillerinde bir askeri gövde gösterisi yapmak zorunda kalabileceği uyarısında bulunduğu bildirildi. Kemalist temsilcinin Türk birliklerinin ilerleyişinin duracağı ve bu olayın bir daha yaşanmayacağı sözünü verdiği söyleniyor.
General Harington, İstanbul’u koruma yolunda bir önlem olarak Boğaz’daki ve Marmara Denizi’ndeki vapur seferlerinin durdurulmasını emretti. İngiliz hatlarının ötesindeki İzmit bölgesinde 12.500 Hristiyan’ın, hattın gerisinde ise birkaç bininin daha bulunduğu; bunların İstanbul’un tam karşısındaki Moda’daki bir kamptan atıldığı ifade ediliyor.
Çanakkale yakınlarındaki tarafsız bölge içinde de Türk yoğunlaşması devam ediyor. Bu bölgede Türk süvarilerinin yerini piyadeler aldı. Bu da Türkler’in, mevzilerini savunmak için tahkimat yapma niyetinde olduğunun göstergesi olarak algılandı.
TÜRKİYE HABERLERİNDE TEK KAYNAKTAN BESLENDİ, VERİLERİ TEYİT ETMEDİ
Hemingway’in bu haberi, Türkiye röportajları arasında en düz ve “olgusal” içeriklerden biri. Yazar, diğer röportajlarının aksine bu haberi “renklendirme” veya yorumlandırma çabasına girmeden, topladığı verileri, biraz da kuru bir dille okura aktarmakla yetiniyor.
Buna rağmen bugün bakınca bu düz haberde bile gazetecilik tekniği açısından sorunlar görülüyor. Kaynak belirtmeden “bildirildi” (It was reported during the night… It is reported that…) ve “söyleniyor” (it is said…) gibi edilgen ifadeler kullanmak, haber dilindeki sorunlardan biri. Muhabirin, bu bilgileri hangi kaynaktan aldığını aktarması gerekir.
Hemingway, coğrafi verileri de Kanadalı okur için gereksiz ayrıntılarla aktarmış ve üstelik maddi hatalar yapmış. Bu haberde, Kocaeli ve İstanbul yakınlarındaki bu kadar fazla küçük yerleşimin adını anmaya gerek yoktu. Bunlardan ikisinin (özgün metinde “Yarmise” ve “Afga” diye geçiyor) neresi olduğunu şahsen saptayamadım. Tavşancıl ise “Tavşancık” olarak hatalı yazılmış. Batılı okurun bilebileceği, İstanbul ve İzmit gibi büyük ve tarihi yerleşimleri esas alarak askeri birliklerin buralara göre uzaklıklarını haberde belirtmek daha doğru ve yeterli olurdu.
Batı medyasında gazetecilik ilkeleri ve teknikleri 1920’lerde yeni yeni yerleşmeye başlamıştı. Bu yüzden (henüz 2 yıllık toy bir muhabir olduğu da düşünüldüğünde) Hemingway’in bu tür hataları kabul edilebilir.
Asıl sorun, aslında üstteki hataların da kaynağı olduğunu sandığım ve tekniğin ötesinde ilkesel olarak da Hemingway’in gazeteciliğini zedeleyen bir gerçeklikten kaynaklanıyor: Amerikalı yazar, öyle görünüyor ki Türkiye haberlerinde “olguları” tek bir kaynaktan (İngiliz bir subay) alıyor ve bunları doğrula(ta)madan, muhtemelen şifahen bilgi edindiği o kaynağın hata ve eksikleriyle okura aktarıyordu.
Hemingway bunu yaparken olağanüstü gözlem yeteneği, insani duyarlılığı ve benzersiz kalem ustalığı sayesinde zaman zaman öylesine “güzel” röportajlar çıkarıyor ki haberdeki ifadelerin ne kadar “doğru” olduğunu bugün bile hemen hemen kimse sorgulamıyor.
Hemingway’in gazetecilik noksanlarını ve hatalarını görmemizi engelleyen o edebi ışıltı, Türkiye’den geçtiği “röportaj” (feature) tarzı haberlerde daha belirgin. Zaten Daily Star gazetesinin idari editörü John Bone, Hemingway’i İstanbul’a gönderirken ondan “düz haber” değil, böyle “renkli” röportajlar istemişti.
HEMİNGWAY USTALIĞI: “TELGRAF DİLİNDEN” RENKLİ RÖPORTAJLAR ÇIKARMAK
1917-1918’te Kansas City Star gazetesinde geçirdiği 7 ayın dışında muhabirlik özgeçmişi bomboş olan bu genç gazetecinin o güne dek bir haberci olarak tek uluslararası deneyimi 1922’deki Cenova Ekonomik Konferansı’ydı. Bu konferans sırasında, dönemin önde gelen muhabirlerinden olan George Seldes, Hemingway’e akıl hocalığı yapmış ve ona önce “telgrafça” (cablese) öğretmişti.
O günlerde bir muhabir için telgraf, hem haber alma hem de haberi gönderme aracıydı. Telgrafa göre tasarlanan haber dilinden etkilenen genç Hemingway bir defasında Seldes’e şöyle demişti: “Şu telgrafa bak: Hiçbir fazlalık yok, sıfat yok, zarf yok. Sadece kan, kemik ve kas var. Harika. Yepyeni bir dil bu.”
Hemingway, haber dilindeki yalınlıktan ilk olarak Kansas City Star’da stajyer muhabir olduğu dönemde, bu gazetenin yazım kılavuzunu incelendiğinde etkilenmişti. Ancak Seldes’e göre Hemingway’in dili asıl Cenova Konferansı’ndan sonra değişmişti.
Ve Hemingway, genç yaşına rağmen kısa sürede, yazarlık becerisi ve maceraperestliği sayesinde ABD’nin en gözde dış muhabirlerinden biri oldu.
20. yüzyıl başında Beyoğlu’ndaki Meşrutiyet Caddesi… Bugün hâlâ faaliyette olan Büyük Londra Oteli de arkada görülüyor.
İtalya’daki konferanstan aylar sonra Corona marka daktilosunu alıp Sofya’dan Orient Express’e binerek ikinci önemli muhabirlik deneyimi için savaş hâlindeki İstanbul’a doğru yola koyuldu Hemingway.
30 Eylül 1922’de Beyoğlu’ndaki Büyük Londra Oteli’ne yerleşip şu unutulmaz cümleyle başlayan ilk Türkiye röportajını yazdı:
İstanbul gürültülü, sıcak, engebeli, pis ve güzel. Üniformalarla ve söylentilerle dolu.
Hemingway İstanbul’dayken 8 gün süren Mudanya Konferansı yapıldı, ateşkes ilan edildi; Türk ordusu Boğazlar ile Doğu Trakya’yı savaşmadan işgalden kurtardı ve saltanat kaldırıldı.
Edirne’nin kurtuluşundan günler önce bu şehre giden Hemingway, Trakya’daki Rum göçünü izleyip “Mülteci geçişi, bir korku sahnesi” başlıklı son haberini 14 Kasım’da Bulgaristan’dan geçti.
Düz haberleri gibi Hemingway’in Türkiye röportajları da “güzeldi” ama gazetecilik açısından tamamen “doğru” değildi.
Gazetecilikte kalsa bu mesleğin gelmiş geçmiş en büyük isimlerinden biri olacağı söylense bile o, “kişiliğini, beğenilerini ve hatta önyargılarını” haberlerinde pervasızca sergiliyordu. Daily Star gazetesi zaten ondan tam da bunu, yani “renk” istiyordu
Birinci Dünya Savaşı sırasında ABD ordusuna gözü bozuk olduğu için yazılamayan Ernest Hemingway sonunda Kızılhaç gönüllüsü olmuş ve İtalya’da mermiler altında ambulans şoförlüğü yaparken yaralanmıştı. Üniformalı bu fotoğrafı 1918’de Milano’da çekilmiş.
Bu yüzden Hemingway, röportajlarını, bazen olguları “sakatlamak” pahasına renklerle boyadı. Örneğin İstanbul’u 19. yüzyıl oryantalistlerinin betimleyeceği ve 20. yüzyıl başındaki okur kitlesinin satın alacağı türden egzotik bir mekân, Müslüman Türkler’i ise Batı medeniyetinin karşısındaki “öteki” olarak sunmaktan kendisini alamadı.
BİRAZ ORYANTALİZM, BİRAZ ASPARAGAS
28 Ekim 1922’de Toronto Daily Star’da yayımlanan İstanbul mahreçli ve “Old Constan” başlıklı haberinin girişi bu tür bir sunuma bir başka örnek:
Sabah uyanıp da Haliç üstündeki sisten güneşe doğru ince ve berrak yükselen minareleri görüp müezzinin müminleri namaza çağıran sesinin bir Rus operasındaki arya gibi inip çıktığını duyduğunuzda Doğu’nun büyüsünü hissediyorsunuz.
Hani neredeyse, “Minarelerde sallanıyor sedef nalınlar, burunları kınalı kadınlar ayaklarıyla gergef dokuyor. Rüzgârlarda yeşil sarıklı imamlar ezan okuyor!” diye devam edecek. Bu cümle, edebiyatta “güzel” olabilir, ama gazetecilikte “doğru” bir betimleme değil.
Daha fenası da var. Aynı haberin devamındaki şu paragraf, asparagas kabilinden asılsız bilgiler içeriyor:
Türkiye’nin milli yemeği hindidir. Bu kuşlar, Küçük Asya’nın güneşle kavrulan tepelerinde çekirge kovalayarak zor bir yaşam sürer ve neredeyse bir yarış atı gibi sert olurlar.
GÖMLEĞİNİ PANTOLONUNA SOKAN HERKES HAYDUT MU?
Öte yandan Hemingway’in, örneğin Trakya’daki mültecilerin dramını bizzat gözlemleyerek anlatırken büyük ölçüde Rumlar’a odaklansa bile kaba, ırkçı ve insanlık dışı bir yaklaşım sergilemediğini vurgulamak gerekiyor.
Kişisel bir anlatımı tercih etmesi, az sayıda kaynak kullanmasının da etkisiyle kaçınılmaz önyargıların, asılsız bazı bilgilerin ve basmakalıp düşüncelerin röportajlarına yansımasına neden oluyor, o kadar.
Yine tam 100 yıl önce, yani 9 Ekim 1922’de Daily Star’da yayımlanan bir başka Hemingway haberinin “güzel” ama “doğruluk” açısından sorunlu girişi şöyleydi:
[Almanya’nın ilk başbakanı] Bismarck, Balkanlar’da gömleklerini pantolonlarının içine sokan tüm erkeklerin sahtekâr/hırsız (crook) olduğunu söylemişti. Köylüler elbette gömleklerini pantolonlarına sokmaz. Ankara hükûmetinin [Mustafa] Kemal’den sonra belki de en güçlü ismi olan ve Kemalist yönetimin Avrupa’daki işlerini yürütürken Fransız sermayeli Osmanlı Bankası’ndan da yüksek bir maaş alan Hamid Bey’i [Hamit Hasancan] İstanbul’daki ofisinde gördüğümde gömleği pantolonunun içindeydi, zira gri bir takım elbise giyiyordu.
Bu haberin okur kitlesinin; Türkiye, Türkler ve Kurtuluş Savaşı hakkında pek bilgisi olmayan Kanadalılar ve Amerikalılar olduğu düşünüldüğünde, son derece öznel ve keyfi bu girişin, olgusal olarak yanlış sayılabileceği ortada. Hemingway’in, Türk hükûmetinin İstanbul temsilcisini sırf gömleğini (olması gerektiği gibi) takım elbise pantolonunun içine sokuyor diye bir sahtekâr/hırsız gibi algılatması, önyargıdan başka neyle açıklanabilir?
MUSTAFA KEMAL’İ BİLE “ŞERİATÇI” GİBİ SUNDU
Bu önyargı, Hemingway’in haberinin devamında, Mustafa Kemal’in bile neredeyse bir “şeriatçı” ve “ikiyüzlü” politikalar uygulayan bir lider gibi sunulmasına kadar varıyor. Bu iddialı ama absürt cümleler, Batı kamuoyunda, modern ve laik bir cumhuriyetin ilanına doğru ilerleyen Türkiye’ye dair gerçeklikten kopuk beklentiler yaratmış olabilir:
Süveyş’in doğusunda bir yerde susuzluk çeken bir kimse, Kemal şehre girdiği takdirde susuzluğunu İstanbul’da gideremeyecektir. Anadolu hükûmetinin bir üyesi bana, İstanbul’un, alkol ithalatına, üretimine ve satışına izin verilmeyen Anadolu kadar kuru olacağını söyledi. Ayrıca Kemal, iskambil ve tavla oynanmasını da yasaklamış ve Bursa’daki kahvehaneler saat sekizde karanlığa gömülüyormuş. Şeriata olan bu bağlılık, Amerikan tütününü korumak için İzmir’e giden bir Amerikalı’nın, sahip olduğu sekiz şişe konyak sayesinde, Küçük Asya’daki Kemalist karargâhta en çok rağbet gören kişi olmasından anlaşıldığı gibi, Kemal’i ve kadrosunu içki içmekten alıkoymuyormuş.
Journo’da ilk kez Türkçe yayımlanan, Prof. Dr. Himmet Umunç’un “Hemingway Türkiye’de” konulu makalesinde de vurguladığı gibi, Amerikalı yazarın önyargıları, gazeteciliği bıraktıktan sonra hızla yükselen edebi kariyerinde de devam etmişti.
Hemingway’in Türkiye’deki deneyimlerinden yansımaları, aynı öznel ama “hakikat açısından sorunlu” yaklaşımla, örneğin “In Our Time” (Bizim Zamanımızda, 1924) adlı ilk öykü derlemesinde, özellikle “On the Quai At Smyrna” (İzmir Rıhtımında, 1930) adlı öyküsünde ve elbette başyapıtlarından olan “The Snows of Kilimanjaro” (Kilimanjaro’nun Karları, 1936) romanında görebiliyoruz.
Onun gazeteciliğini sakatlayan “taraflılığın,” siyasi bir gizli gündemden kaynaklanmadığını belirtmek gerekiyor. Hemingway, İtilaf Devletleri’nin çıkarlarına hizmet etsin diye gerçekleri eğip büküyor veya eksik bilgi veriyor değildi. Mesela bir haberinde “Yunan ordusunun Anadolu’da geri çekilirken ardında bir yıkım bıraktığını; Türk köylerini yaktığını, tarlaları ateşe verdiğini, harman yerlerindeki ekinleri kül ettiğini ve savaş suçları işlediğini” de yazabiliyordu.
1937-1938’te İspanya İç Savaşı’nı haberleştirmek üzere bu ülkeye giden Ernest Hemingway, 1935’te çekilen bu fotoğrafta “Pilar” adlı yatında Karayipler’de seyir hâlinde görülüyor. Hemingway, İkinci Dünya Savaşı sırasında bu yattan Alman denizaltılarına saldırı planlayacak kadar gözükara bir maceraperestti. 1940’larda ve 50’lerde Küba’da yaşarken gezi röportajlarına devam etti. 1954’te Afrika’dayken üst üste iki gün geçirdiği iki uçak kazasından yaralı kurtuldu ancak fiziksel ve psikolojik sağlığı bir daha hiç düzelmedi. Hemingway, ABD’nin Idaho eyaletindeki Ketchum şehrinde 1959’da satın aldığı evde, 2 Temmuz 1961’de kendisini tüfekle vurarak intihar etti.
1954’te Nobel Edebiyat Ödülü’nü “anlatım sanatındaki ustalığı” sayesinde kazanan Amerikalı yazarın henüz toy bir gazeteciyken habercilikte yaptığı hataları, “yazarlık şehvetine” bağlamak daha doğru olabilir. Sanatkârca kullanılan bir kalem, olay ve olgulara bütünüyle hâkim olunmadan, aceleyle işletildiğinde, gerçekleri betimlemek isterken göz çıkarabiliyor. Hele ki serde biraz da aktivizm varsa…
Hemingway, haber dilinde etkilendiği yalınlığı, kendisine özgü bir edebi minimalizm stilinde roman ve öykülerine taşıdı. “Buzdağı Kuramı” diye kavramsallaştırdığı bu üslupta, anlatmak değil eksik bırakmak esastı. Derinlemesine bilgiyle olayları bir bağlama oturtmanın tam aksine, yüzeysel unsurları ayrıntılandırarak bağlamı yok etmeyi amaçlıyordu. Anlamlandırmak, okurun işiydi.
Kurgunun gerçeği temel alabileceğine inanan Hemingway, bireysel deneyimlerin süzülüp başkalarına aktarılması söz konusu olduğunda ise “Uydurduklarım, hatırladıklarımdam daha doğrudur” diyordu. Yeterince bilgi vermemenin ve bağlamsız bırakmanın edebiyattaki “güzel” sonuçlarını Hemingway’in roman ve öykülerinde takdir etsek de, bu özgün yöntemin gazetecilik açısından “doğru” sonuçlar vermediği ortada.
HEMİNGWAY İYİ Kİ GAZETECİLİĞİ BIRAKIP EDEBİYAT ŞAHESERLERİ YARATMIŞ
Dahası, ABD taşrasında doğan Hemingway, genç bir muhabir olarak geldiği Türkiye’yi, “öteki” olarak kodlayan bir kültürel iklimde yetişmişti. Hayatında ilk kez Batı Asya’ya adım atmıştı. İyi bilmediği bir coğrafyada süregiden savaş ortamında ve büyük ölçüde tek taraflı, kısıtlı haber kaynaklarıyla çalıştığı düşünüldüğünde, birkaç haftada bu ‘öteki’yi tanıyıp içselleştirmesini ve olguları eksiksiz derleyip bağlamına oturtarak okura sunmasını beklemek zaten haksızlık olur.
Yine de, Prof. Umunç’un dediği gibi:
… insan, acaba Hemingway, Mustafa Kemal ile tanışıp gözlemlerini Türk tarafından da yapmış olsaydı, Türkiye kurgulamalarının metin ve bağlamları, 1922 yılındaki Türkiye ve Türkler hakkında daha dürüst bir anlatımı içerir miydi diye düşünmeden edemiyor.
Sonuçta, biçim olarak zamanının çok ötesinde yapıtlar ortaya koysa bile içerik/öz olarak dönemin ortalama bir gazetecisini pek de aşamayan Hemingway’in, tam 100 yıl önceki Türkiye haberlerini irdeleyince kendi kendime şöyle dedim:
Hemingway iyi ki gazeteciliği bırakıp harika öyküler yazmış. Böylece Yaşar Kemal, hem kurgu-dışı röportajı hem de kurgusal edebiyatı hakkıyla icra edebilmiş ilk ve belki de tek isim olarak kalmayı sürdürüyor.